Marje Deneyimi Üzerine Düşünmek

Mustafa Aziz Özbek

2023-09-01

Mustafa Aziz Özbek



“Çerkesya” Edebiyat Değil, Evlatlarını İstiyor: Marje dergisi bu spot ile 1992’de yayın hayatına başladı. Cumhuriyet döneminde Türkçe-Çerkesçe dergi olarak tescil edilen ilk yayın olan Marje’nin sahibi Sönmez Baykan’dı. Türkiye Çerkesleri açısında pek çok ilkleri gerçekleştiren Marje’nin yazı işleri müdürü Mustafa Aziz Özbek ile Marje deneyimi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Marje deneyimi üzerine düşünürken tüm hayatı boyunca halkının haklarını savunan Guser Sönmez Baykan’ı sevgi ve özlemle anıyoruz.


İlk sayısından son sayısına Marje dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü yürüttünüz. Öncelikle kendinizden bahseder misiniz?

Abaza Laçış sülalesinden köy enstitüsü mezunu bir öğretmen ile Kabardey Gebişe sülalesinden bir ev hanımının ilk çocukları olarak 1961 yılında Yozgat Çekerek İlçesinde dünyaya gelmişim.

Son ikametgah olarak önceleri Çekerek ilçesine bağlı, sonra Aydıncık ilçesine bağlanan Ağıllı köyünü seçen Laçış sülalesindenim.

İlkokul, ortaokul, lise öğrenimimi Ankara Yıldırım Beyazıt okullarında tamamladıktan sonra 1978 yılında girdiğim A.Ü. Hukuk Fakültesi’ni 1984 yılında bitirdim.

Dernek faaliyetleri ile ilk tanışmam 1978 Ocak ayı sonlarında olur. Öncesinde, o zamanlar her yıl sonu yapılan Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin folklör gösterilerine bilet bulabildiğimizde babamla birlikte gider ve büyük hayranlıkla izler idim.

Sanırım o sene içerisinde Ankara’ya taşındığımızı bilen, hem dernek faaliyetlerine katılmamızı sağlamak, hem de babamı tanıdıkları için nezaket ziyaretinde bulunmak için aynı köyden ve komşu köylerimizden rahmetli Hapat Vacit, rahmetli Akba Sadık ve Bal’a Cumhur evimize gelmişler, babamdan bizleri (beni ve kardeşimi) derneğe göndermesini istemişler. Ancak o yıllarda televizyonlarda hava durumu verir gibi terör olaylarında vefat edenlerin sayısı verildiği için ebeveyn koruma güdüsüyle babam bu olaydan bize söz etmemiş ve yıllar sonra anlatmıştı.

Okulların sömestre tatiline girdiği gün hayranlık ve merakla takip ettiğimiz derneğe gitme kararı vererek ve babamlara “halama gidiyoruz “ yalanını söyleyerek Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin yolunu tutmuştuk. Meşaakkatlı bir yolculukla, dizlerimize kadar gelen karla mücadele ederek Şenyuva Mecnun sokak No:130’daki derneği bulmuştuk.

Bizi dernekte Nartların Sesi dergisinin yayın sorumlusu karşılamış ve çok ilgilenmişti. Bizlere önemli bir kişi olduğumuz duygusu yaratmış ve çok mutlu olmuştuk. Dernekten bir koli kitap ve Nartların Sesi tüm sayıları ile aboneliği ile çıkmıştık. Bizi otobüs durağına kadar getirip bindirmişlerdi. Ve o sömestr tatilini bütün o kitap ve dergileri okumakla geçirmiştik.

Ben derneğe bu gidişimi Çerkesliğimin ilk günü olarak kabul ederim. Her ne kadar ırksal ve sosyal olarak Çerkes isem de beyin olarak ilk defa Çerkes olduğum, bilinçlenme dönemimin başlangıç tarihidir 1978 Ocak ayının son günleri.

Sonrasında peryodik olmasa da derneğe gidip gelmeye başladım. Peryodik olmasa da toplantılara katılıyordum. Askeri darbe sonrası ikinci bir dernek merkezi gibi çalışan Kuban isimli kafeye arada bir uğruyordum ama çok çabuk iletişim kuramamamdan dolayı ne tanıdık, ne de bir Çerkes’e rastlayamıyordum.

Askerlik görevi esnasında bir çok Çerkesin olduğunu bildiğim Sivas’ta o sıralar öğretmenlik yapan rahmetli Akba Sadık yoluyla Sivas Kafkas Derneği çalışma ve toplantılara katıldım. Bu arada askerlik görevinin rahatlığı sebebiyle neredeyse haftada bir Ankara’da olduğumdan Sivas Derneği ile Ankara Derneği arasında ilişkileri ve irtibatta yardımcı oluyordum.

Askerlik sonrası Ankara’ya döndüğümde, 1987 yılında bazı arkadaşların önerisi ile o zaman çıkmakta olan Kafdağı dergisinin Yayın Kurulunda çalışmaya başladım. Daha sonra da rahmetli Tl’işe Süleyman Yançatoral’ın ısrarı ve teklifi ile 1990 yılında Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yönetim Kurulu’na seçildim. Yaklaşık 1 yıl Genel Sekreter, son 6 ay da Yönetim Kurulu Başkanı olarak hizmet verdim.

Bu süreçte derneklerin birleşmesi için yapılan toplantılarda ve sonuçta kurulan Kaf-Kur’da derneği temsilen katılanlardan birisi oldum. Daha sonra 1993 yılında kurulan Kaf-Der’in çok sayıdaki kurucu üyelerinden biriydim.

Sonraki yıllarda ikametgahımı Çorum’a, ofisimi Çekerek’e taşımam nedeniyle uzun süre dernek çalışmalarını uzaktan izledim.

Çorum’da bir arkadaşımın zorlayarak da olsa beni Çorum Kafkas Derneği’ne götürüp üye yapması ile Çorum Derneği çalışmalara katıldım. Halen de bu katılımı sürdürmekteyim.

Kaf-Fed’in 2013-2015 6. Döneminde Karadeniz Bölge Derneklerinin öneri ve seçimi ile Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundum.

Kaf-Fed’in sonraki dönemlerinde ise Yönetim Kurulların tensibi ile değişik komisyonlarda çalıştım.

Son olarak da 2019-2021 9.Döneminde tekrar Yönetim Kurulu üyesi olarak çalışmalara katıldım.

Halen Çorum Kafkas Derneği üyesi ve Kaf-Fed Delegesiyim.

Marje denilince tabii ilk akla gelen isim Guser Sönmez Baykan. Sönmez ile nasıl, nerede tanıştınız?

Esas itibarıyla ismen olmasa da Sönmez’i folklör ekibindeki sololarından, özellikle ağzı ile bıçaklarla yaptığı showlardan tanımışlığım, aşinalığım vardı. Gıpta ve hayranlıkla seyrediyordum.

Askerlik dönüşü 1987 yılının son aylarında büromu yeni açtığımda ortakları Bal’a Cumhur ve Habat Vacit olan bir maden şirketinin hukuk danışmanlığını yapmaktaydım. Bu nedenle sık sık şirketin Hoşdere Caddesi’ndeki bürosuna gidiyordum. Buraya bir gittiğimde Sönmez de orada idi. Şirket ortakları finans danışmanı olarak ilk orada tanıştırdılar. Çalışma konularımız farklı olduğundan şirketle ilgili bazı toplantılarda konuşuyor, fazlaca iş konusu dışında sohbetlerimiz olmuyordu.

Seneler sonra l990 yılı Kasım ayında Harb-İş Sendikası’nın toplantı salonunda yapılan Genel Kurulda (rahmetli Aslan Arı’nın sadece binanın yapım ve tamamlanmasına yönelik görev yapacağı belirterek Ankara Kuzey Kafkas Kültür Derneği Başkanlığından ayrılmasınan sonra) Tl’işe Süleyman Yançatoral başkanlığında oluşturan Yönetim Kurulunda Sönmez de yer aldı. Görev dağılımının yapıldığı ve yönetim süresince yapacaklarımızın konuşulduğu ilk toplantıda ismen ve fiilen tanışmış olduk. Zamanla fikirlerimizi paylaştıkça belirli konularda paralellik gösterdiğini tespit ettik.

Daha sonra Yönetim Kurulu üyelerinin daha yakın olmaları ve daha sık bir araya gelmelerinin daha faydalı ve verimli olacağı fikri ağırlık kazanınca önce Yeşilırmak sokakta bulunan büroda büro ortaklığına başladık. Böylece hem kendisi ile hem de ailesi ile tanışma olanağım oldu. Marje ve öncesinde gerek dernek için gerekse özel işlerimizde uyumlu işlere imza attığımızı düşünüyorum. Marje de bu işlerden birisi idi.

Marje dergisini çıkarma düşüncesi nasıl oluştu? Neden “Marje” ismi? Marje’nin Çerkeslerin sorunlarına ve bu sorunların çözümüne ilişkin yaklaşımı ne idi? Yayın ilkeleri, amaçları ve hedefleri nelerdi?

Marje‘den önce Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin sahibi olduğu Kafdağı dergisi yayınlanmakta idi. Ben 1987 yılında Kafdağı Yayın Kuruluna katılmıştım. Yeni oluşturulan Yayın Kurulunun 3 yılın sonunda değerlendirilmesini yapmak üzere geniş katılımlı, her bölgeden abonelerimizin katıldığı Sıhhıye’deki dernek binamızda bir toplantı düzenledik. Burada derginin ekonomik durumu, yazar sayısı, konu çeşitliliği, abone sayısı gibi istatiksel bilgilendirmede bulunduk ve grafiklerle açıklamalar getirdik. Katılımcılardan derginin daha etkin olması ve yaygınlaşması için yapılması gerekenler konusunda önerilerini aldık. Ayrıca derginin yayın hayatına devam edip etmemesi konusunda görüşlerini sorduk. Katılımcıların büyük çoğunluğu derginin yayınına devam etmesi gerektiği şeklinde görüş belirtti. Ve birçok katılımcı da daha fazla katkı verecekleri taahhüdünde bulundular. Ancak 312’de aldığımız, üç yılın sonunda 660’a ulaşan abone sayısında çok bir gelişme olmadı. Ekonomik olarak da bu abone sayısı masrafları karşılayamadığı gibi verilen reklam geliri sözleri de yeterince yerine getirilmeyince dernek bütçesinden destek alınıyordu.

Daha sonra bu toplantıyı yaptığımız 1990 yılı sonundan itibaren dergi sanırım bir 6-7 ay kadar yayınına devam etti.

Bizlerin de üyesi olduğu Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yönetim Kurulu 1991 ilk aylarında gündemin sadece Kafdağı dergisi olan, yayın kurulunun da katıldığı bir toplantı düzenledi. Uzun ve sert tartışmaların geçtiği toplantıda derginin yayın hayatına son vermesi kararı çıktı. Hatta Başkanımız son sayıyı kendi bütçesinden karşılayacağını söyleyerek ve 47. sayımızın tüm mali yükümlülüklerini karşılayarak çıkmasını sağladı. Bu sayıdan sonra 49-50 ve 51-52. sayılar zorlanarak da olsa yayınlandı. Son olarak 53-58. sayı baskıya verilebildi.

Kafdağı dergisini yayın hayatına son vermesi aslında Marje’nin yayın hayatına başlaması düşüncesinin nüvesidir. Bence Kafdağı’nın yayın hayatının son bulması süreci Marje’nin doğum sancılarının başlamasıdır. Çünkü sosyal hayat ve siyasal mücadele boşluk kaldırmamaktadır.

Derginin birisinin yayın hayatına son verip diğerinin doğması düşüncesinin teknik ve fiziksel şartları bu şekilde gelişmişti.

Marje dergisinin yayın hayatına başlaması düşüncesinin doğmasındaki fikri ve sosyal açıdan şartlar da buna paralel olarak gelişmişti.

Kafdağı 2 ayda bir yayınlanmakta idi. Bu süreç gerek haber gerekse yorum olarak günceli kaçırmamızı sağlıyordu. Ve de çok ciddi eleştiriler almakta idi.

Kafdağı Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nin yayın organı idi. Adeta resmi sesi ve bildiri merkezi gibi yayın yapmayı zorunlu hale getiriyordu. Resmi olarak bu durumda olmasına rağmen tıpkı sahibi olan dernek gibi hitap ettiği kitlenin beklentisi ve isteği Türkiye sınırları içerisindeki tüm insanlarımıza hitap etmesi ve onların beklentilerini, taleplerini dile getirmesi görevini de facto olarak yükleniyordu.

Bu durum özellikle yönetim aleyhine eleştiri ve yazıların yayınlanmasında sıkıntı yaratıyordu. Öte yandan derneğin kültür derneği olması ve o dönemin T.C. yasalarının derneklerin siyasi faaliyetlerini yasaklamış olması sebebiyle siyasi eleştiri yapılmasına engel teşkil ediyordu. Hatta o dönemlerde bir çok yazar, düşünür ve aydın insanımız bizim sorunlarımıza ilişkin kültürel yazıları ve eleştirel yorumları nam-ı müstear ile yazmak zorunda kalıyorlardı.

Tüm bunlara rağmen ben ve rahmetli Guser Sönmez ve derginin içerisinde ve/veya dışarısında bir çok arkadaşımız derginin devam etmesini, gerekirse kadroların yenilenip değiştirilmesini, sayfa sayısının azaltılarak periyodunun 1 aya düşürülmesini her toplantı ve ortamda savuna geldik. Hatta yayına son verilmesi kararının verildiği toplantıda, biraz da mizahi biçimde, ısrarla dergi kapatılırsa birilerinin çıkıp “Öz Kafdağı”, “Es Kafdağı”, “Es Öz Kafdağı” isimli dergileri çıkarabileceğini belirttik.

O toplantıların sonunda işyerimize döndüğümüzde camianın boşluk kaldırmayacağı, bir derginin olması gerektiğini gece yarılarına kadar küçük bir grup olarak tartıştık.

Bu tartışmaları 10 gün boyunca yaptıktan sonra derginin çıkmasına karar verdik.

Lafı biraz uzatacağım ama İstanbul Abhaz Derneği’nde, Selimiye’de yapılan 5. Kaf-Kur toplantısında Ankara Derneği ve Kafdağı’nın sorunlarının dile getirildiği zaman fikirlerine çok önem verdiğim ve çoğunlukla faydalandığım, yeni şeyler öğrendiğim arkadaşların kastını aşan bir biçimde “Alın bu dergiyi ne yaparsanız yapın” şeklindeki söylemleri beni çok üzmüş ve kırılıp canımın yanmasına sebep olmuştu. Bu olay da bu derginin çıkması konusunda hırslanmama sebep olmuştu. Bu olay derginin çıkması için bir takım çekince ve itirazlarımdan vazgeçmeme neden olmuştu.

Uzun süren tartışmalar ve yaptığımız görüş alışverişlerinden ve danışmalarından sonra derginin politikasını, yayın ilkelerini ve hatta ilk sayının içeriğini, ilk kapağın spotunu belirlemiştik. Geriye derginin ismi kalmıştı. Çarpıcı bir isim olması, tüm Çerkes dillerinde ortak anlamı olması konusunda hem fikirdik. O gün 25 isim üzerinde tartıştık. Konu olan hiçbir isim bizlerin içine sinmedi. O akşam büroda kalıyorken, dinlenmek için kaset çalarda köyümüzde yapılan bir düğünde kaydedilen müzikleri dinliyordum. Oyunlarda ritmin zayıfladığı zaman Pşinave “eller olmuyor” diye Abazaca uyarıp ardından “Ha Marja” diye insanları teşvik ediyordu. O bölümleri defalarca dinledikten sonra arkadaşlarıma önermeye karar verdim. Ertesi sabah herkese kendi dillerinde ne anlama geldiği sorduğumda cevaplar hep aynı oldu. Ve onlara derginin isminin Marja olmasını önerdiğimden hepsinin hoşuna gitmiş ve aklına yatmıştı. Ve ismimiz kesinleşmişti. Marje oldu.

Marje Çerkeslerin sorunlarına biraz daha geniş açıdan bakmakta idi. Bütün azınlık topluluklarında olduğu gibi bizim toplumumuz da oldukça içine dönük bir yapıya sahipti. Bu nedenle toplumun görüşlerini ve sorunlarını biraz daha dışa dönük bir hale getirmesi gerektiğine inanıyorduk. Bu amaçla sorunlarımızı ve iyi gördüğümüz özelliklerimizi ve toplumsal kurallarımızı kendi kendimize anlatmaktan çok dışımızdaki dünyaya anlatmamız gerektiğine inanıyorduk. Bunun için de gerek yaşadığımız ülkelerde, gerekse Anavatanımız ve oradaki devletlerimizin bağlı olduğu devletlerle iyi ilişkiler, iyi ittifaklar kurmakla sorunu anlatıp çözümü bulabileceğimize inanıyorduk. Aynı ilkenin tüm dünya ülkeleri için de geçerli olduğunu düşünmekteydik. Bu anlamda henüz yeni kurulmuş olan o zamanki adıyla Dünya Adige Abaza Birliği ve başkanının önerdiği projeler ve yapılan çalışmalara ziyadesiyle önem vermekte idik. Yapının daha güçlendirilmesinin Rusya karşısında sorunlarımızın çözümünde önemli bir faktör olacağına inanmaktaydık. Bu tür çalışmaların sorunlarımızın çözümününe yönelik nicel ve nitel olarak katılımı artıracağını, bunun çözüme katkısının olacağını düşünüyorduk. Bu durumun sürgünde küçük-büyük rolü olan devletler üzerinde baskı oluşturabileceği düşüncesinde idik. Bunun da yaşadığımız ülkeler ile sürüldüğümüz ülkeler arasındaki dostane ilişkiler ile olabileceği kanaatini taşımakta idik.

Bulunduğunuz ülkeler ve anavatanımızın bağlı olduğu ülkeler bizlere mezalim uygulayan ülkelerin mirasçıları olması sebebiyle onlarla savaşmanın bir çözüm getirmeyeceği gibi mezarlıkları kahramanlarla dolu millet olmamıza yol açacağını düşünmekteyim.

Sorunlarımıza koyduğum bu tespit ve Anavatan eksenli çözüm ilkeleri çerçevesinde yayın ilkelerimizi oluşturduk, aleyhimize olan görüşlere, Çerkeslerden olsun Çerkes olmayanlardan olsun her türlü eleştirel görüşlere yer vermeyi kabul etmiştik. Aynı zamanda yaşadığımız ülkelerin siyasilerinin, bizler ve genel kamuoyuna yönelik yaptıkları hata ve yanlışları, hak kayıplarını eleştirmeyi ve en radikal şekilde karşı çıkmayı ilkesel olarak kabul etmiştik. İnsan hakları ihlallerine hangi devlet tarafından yapılırsa yapılsın katrşı çıkmaya, mazlumun yanında olmaya, mazlumların sesi olmaya çalışıyorduk. Bu çerçevede özellikle muhalif yayınlardan gelen işbirliği ve katılım tekliflerini geri çevirmeyip, sorunlara katkısı olacağı için katılmayı ve destek vermeyi ilke olarak kabul etmiştik. Bununla hakkımızı aramak ve kısıtlı haklarımızı korumak için yapacağımız eylem ve söylemlerde yanımızda önemli bir kitle ve sivil toplum örgütünün olacağını ve daha çok ses getirmeyi başarabileceğimizi düşünüyorduk.

Marje Dergisini kim/kimler çıkarıyordu? Yayın Kurulunda kimler vardı?

Derginin künyesinde yazdığı esas alınır ise dergiyi çıkaran bir şahıs işletmesi olan Lina Organizasyon’dur. Bu işletme ise şahıs olarak Sönmez Baykan’a aittir Bu bakış açısıyla dergiyi çıkaran Sönmez’di. Ancak derginin mali yükümlülüklerini karşılayanlar, dergiyi çıkaranlar kabul edilirse bu dergiyi çıkaranlar olarak beni ve Sönmez’i sayabiliriz.

Perde arkasında ise bu dergiyi çıkaranlar Yayın Kurulunda bulunanlar ile bize destek olan elemanlar ve emekçilerdir.

Derginin ilk üç sayısında Yayın Kurulu Guser Sönmez Baykan, Laçış Mustafa Aziz Özbek, Çuşha Ömer Şahin, Janisago Cihan İşbaşı, Abaze Tunay Tarkay, Ka’am Fatih Güneş ve Açmuuj Hilmi Özen’den oluşmakta idi.

Daha sonra 4. sayıdan itibaren Şe’jouke Zafer Sürer katıldı Yayın Kurulu’na.

Yayın Kurulu’nda fiilen olmasalar bile gerek Kafkasya’dan gerekse Türkiye’den danışmanlık ve fikri ve fiili yardım ve hizmet veren çok sayıda büyüklerimiz vardı.

Marje ilk sayısında kendisini Çerkeslerin ilk profesyonel dergisi olarak tanımlıyor. Profesyonellik ne kadar hayata geçirilebildi? Dağıtımı nasıl yapılıyordu, abone sayısı ne kadardı?

Yukarıda da bahsettiğim gibi bugüne kadar dernek yayın organlarının aldığı eleştiriler ve yayın politikasına getirdiği kısıtları da göz önünde bulundurarak derginin profesyonel yapıya sahip olması isteniyordu. İlk başta profesyonel anlayışımız yazarlarımıza telif ücreti ödeyebilmek, derginin dağıtımının bu işle uğraşan profesyonel şirketler yoluyla sağlanması idi, bunu amaçlıyorduk. Derginin dizgisinden mizanpajına, sayfa düzenine kadar teknik bir çok konunun profesyonellerce yapılmasını sağlamak istiyorduk.

Bu konularla ilgili teknik görüşmelerde de bulunmuş ve ilk zamanlar için oldukça yüklü bir bütçe karşımıza çıkması sebebiyle ertelemiştik.

İlk sayımız yayınlandıktan sonra düşüncelerini almak için, profesyonel dokunuş ve fikirler talebinde bulunmak için o zamanlar Sabah Gazetesi’nde editörlük yapan Bağ Behice Yeşilbağ’la görüştük. Kendisinin kapak dizaynı, logonun şekli, ismin konumlandırması, derginin içeriği ve röportajların düzenlenmesine kadar önerdiği profesyonel uyarıları dikkate alarak ikinci sayıdan itibaren uygulamaya koyduk.

Derginin ilk sayısındaki amatörlük izlenimini kısmen de olsa azalttığımıza inanıyorduk.

Yazarlarımızın büyük çoğunluğu henüz öğrenciydi, tam telif hakkı olarak emeklerinin karşılığı olmasa da öğrenci harçlıkları yardımlarında bulunuyor idik.

Yazarlarımız ve Yayın Kurulu üyelerimiz için Marje dergisi adına tescil belgesi aldıktan sonra Sarı Basın Kartı almak için Basın İlan Kurumu’na başvurular yapmış ve sarı basın kartı şartlarını yerine getirme sürecine başlamıştık.

Marje’yi sadece dergi olarak düşünmeyip bizimle ilgili kitapların basım ve dağıtımı olarak da planlamıştık. Bu çerçevede T’eşu Yasin Çelikkıran’ın Türkçe–Adigece Sözlük’ünü, Yedic Baturay Özbek’in Çerkes Mitolojisi ve Çuşha İzzet Aydemir’in Muhaceretteki Çerkes Aydınları kitaplarının 3 ila 5 yıl ve süresiz olarak bedeli karşılığı basım yayın ve dağıtım haklarını almıştık.

Tam olarak profesyonellik sağlayamasak da temelini atmış olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.

Derginin ilk sayısında açıkladığımız gibi ilk üç sayıda abonelik sistemi ile işlemeyi düşünüyorduk. Sonrasında o zamanlar ülkede tek ve yaygın olan dağıtım şirketi olan Basın Yayın Dağıtım şirketi ile dağıtım düşünüyorduk. Bu şirketle yaptığımız görüşmeler sonucu dağıtım şirketinin en 75.000 tiraj ve dergi fiyatının % 60 ile % 75 aralığında ücret talep etmesi üzerine bu projemizin gerçekleşmesi olanaksızlaşmıştı. Biz dergiyi 1000 ila 1500 adet aralığında basıyorduk.

Bunun üzerine dağıtımı hemşerilerimizin yoğun olduğu illerdeki temsilcilerimiz ve onların tanıdıkları kırtasiye ve büfeler vasıtasıyla dağıtılması sağlamaya çalıştık. Elbette ki o bölgelerde bulunan derneklerimizden de yararlanmaya çalışıyorduk. Bunlara ek olarak abonelik sistemini devam ettirerek destek sağlamaya çalışıyorduk. Bütün bunlara rağmen yurtiçi ve yurtdışı abone sayısı 200 kişi civarında idi.

Marje’nin en önemli özelliklerinden birisi T.C. basınında “Çerkesçe Dergi” olarak tescil olan ilk dergi olması. Niçin Çerkesçe dergi? Çerkesçe yazılara istediğiniz kadar yer verebildiniz mi? Tescil işlemini yaparken zorluklarla karşılaştınız mı?

Türkiye’de 1980 darbesi sonrası Milli Güvenlik Komitesi’nce çıkarılan “Türkçe’den başka dillerin kullanılmasını yasaklayan yasa” Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde kaldırılmıştı. Bu çerçevede kültürel azınlıklar belirli ölçüde özgürlüklere kavuşmuştu. Bu konuda Kürtler de belirli sayıda da olsa kendi dillerinde dil çalışmalarına başlamıştı.

Bizde ise çok az sayıda da olsa anavatandan ulaşan dergi, kitap, hatta mektuplar dolayısıyla sırf kril harfleri olduğu için eza çekmiş insanlarımızdan dolayı bir tedirginlik, ürkeklik hakim idi.

Öte yandan büyüklerimiz tarafından sıkça anlatılan ve bizlerin de katıldığımız geniş bir edebiyat, sanat ve tarih literatürümüzü Türkiye’de yaşayan Çerkeslere ve özellikle de gençlere aktaramama, anlatamama sıkıntısı yaşıyoruz. Anavatanımızın dünyaca ünlü halk oyunları ekiplerinin ve sanatçıların kasetlerine bile direk ulaşmamız zorlaştırılıyordu.

Her ne kadar bin bir zorluklarla yapılabilen 125. Yıl Sürgünü Anma Etkinlikleri yeni yapılmış, Dünya Adige Abaza Birliği yeni kurulmuş ve ümit verici projeler, planlar hazırlıyor olsa da Türkiye’de bunların anlatımı ve tanıtımı yapılmasında sıkıntılar sürmekteydi.

Bunda soğuk savaşın son yıllarının olmasına rağmen T.C.’nin güvenlik doktrinindeki “rejimi tehdit eden unsur” olarak görülmesinin etkisini olduğunu düşünmekte idim.

Ayrıca anadilimiz hızla yok olmaya gitmekte, konuşanlar azaldığı gibi çok az olan okuma yazma bilen sayısı da azalmakta idi. Çerkesçe bir dergi çıkarılması durumunda konuşma bilenlerde merak, okuma yazma bilenlerde ilgiyi arttırıp dilin yok oluşa gidişini kısmen de olsa yavaşlatacağımızı düşünüyorduk. Bu nedenle dergimizin Türkçe ve Çerkesçe olarak iki dilli olarak çıkmasını istedik.

Çerkesçe yazılara istediğimiz kadar yer verebildiğimizi söylememiz asla olanaklı değil. Bu Çerkesçe yayın yaptığımızda resmi sıkıntılarla karşılaşmamız veya karşılaşabileceğimiz sıkıntılardan kaynaklanmamakta, tamamen teknik bir yokluktan kaynaklanmakta idi.

Dergideki yazıların dizgisini o yıllarda Anavatan’a yerleşmeye giden, Meşfeşu Necdet Hatam’ın dergi çıkarılması için verdiği, 50 cm yükseklikte, 30 cm eninde, 30 cm derinliğinde 25x15 ekran boyutu olan, işlemcisi hard diski belleği içerisinde olan, disketle çalışan adeta büyük bir zeytinyağı kutusunu andıran Macintosh’un ilk bilgisayarlarından olan bir bilgisayarla yapmakta idik. Ve bu bilgisayarda kril alfabesi fontları bulunmamakta idi.

Bu nedenle Çerkesçe yazıları yazabilme olanağından yoksunduk.

Bunun çözümünü o dönem dergimizin baskı ve ön hazırlıklarını yaptırdığımız Gözde Ofset’in yeni getirdiği 12 renk ayrımlı tarayıcıda taratıp fotoğraf şeklindeki basımı ile sağlamaya çalışıyorduk. Bu teknik olanaksızlık nedeniyle de yeterince Çerkesçe yazı ve esere yer verdiğimizi söyleyemeyiz.

Bugününün teknik olanakları olsa idi, o zaman tartıştığımız gibi, yazıları sayfanın birinde Türkçesi, karşısında Çerkesçesi olarak yayınlamayı başarabilirdik.

O zaman yürürlükte olan Basın Yasası’nda esas itibarıyla tescil diye bir kavram bulunmamakta idi. Ancak çıkaracağınız süreli yayının künyesini, kimliğini, basıldığı yeri ve bir takım adresleri bildirme yükümlülüğü bulunmakta idi. Bu bildirimin yapıldığına dair alındı belgesi verilmekte ve bu belgeyi ibraz ettinizde matbaalar baskı işlemine başlayabilmekteydi. İlk baskının örneği Mülki Amirin basın bürosuna verilmekte, bu büronun sakınca gördüğü bir yazı veya haber tespit edilirse dağıtıma çıkmadan dergiye matbaada el konulmakta idi.

Mülki Amirin bildirimi ve ekinde istenen evrakları almama yetkisi bulunmamaktaydı. Ancak “Alındı Belgesi”ni vermemek, geciktirmek gibi bence yasanın o maddelerindeki boşluktan yararlanmaktaydılar. Alındı belgesi olmadığı için derginiz veya gazeteniz baskıya girmediği gibi dağıtımınız da engellenmiş olurdu.

Bu belgenin alınmasında yaşadığımız sorunlar ve diyalogları kibarlaştırılmış dille 2. sayımızda ayrıntılarıyla açıkladık. Oradan da anlaşılacağı gibi ismimizden çıkaracağımız dile kadar, sorumlu görünen arkadaşların kayıtlarına kadar her belgede bir çok zorluk çıkarıp engellemeye çalıştılar. İsmimizi değiştirmemizi önerdiler, biz vazgeçmeyince Çerkesçeyi çıkarmamızı istediler. O zaman yardımcı olup belgeyi vereceklerini dikte ettiler ve başaramayınca o belgeyi vermek zorunda kaldılar.

Marje’nin ilk sayılarında Albert Çernişev, Ruslan Hasbulatov ve Carım Aslan gibi Rusya Federasyonu’ndaki önemli isimlerle yapılan röportajlara yer verildi. Bu isimlerle niçin ve nasıl görüşüldü?

Sovyetler Birliği devlet başkanlığına Gorbaçov’un seçilmesinde sonra Yeniden Yapılandırma ve Açıklık (Perestorika ve Glasnost) diye adlandırılan politikaları yürürlüğe sokarak Varşova Paktı’na üye ülkelere yaptığı siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yardımları kaldırmıştı. Kısaca bu ülkeler üzerindeki vesayetinden çekilmişti ancak kendi coğrafyasında bulunan ve birliğin kurulmasında birliğe kurucu üyeler olarak katılan Baltık Denizi’nden Karadeniz ve Hazar denizine kadar olan Anavatan’daki özerk cumhuriyet ve bölgelerin durumu herkes gibi bizim de merakımızı çekiyordu. Bu konudaki resmi düşüncenin ne olduğunu öğrenebilmek için en iyi ve sağlıklı yolun o devletin resmi temsilcisinin açıklayabileceğini düşünüyorduk. Ayrıca Abhazya ve diğer Cumhuriyetlerle ilişkilerimiz Rusya Elçiliği kanalıyla yapmaktaydık. Bu ilişkilerin bu durumda nasıl olacağı ve zarar görüp görmeyeceğini anlamak istememiz ve bunu kamuoyuna aktarmamız gerektiğine inandığımız için büyükelçi Albert Çernişev ile uzun ve sabırlı bir çalışma sonucu röportaj yaptık.

Öte yandan Çeçenistan’ın özgürlük direnişi devam ederken Rusya parlamentosu başkanının bir Çeçen olması herkes gibi bizim de ilgimizi çekmekteydi. Gerek Çeçenistan’ın direnişi, gerekse Cahar Dudayev hakkındaki düşüncelerini ve direnişin barışçı yollarla başarıya ulaşması için yapabileceklerinin ne olduğu da ilgimizi çekmekteydi. Ayrıca parlamento üyelerinin gerek Çeçenistan, gerekse diğer cumhuriyetlerimize bakış açını merak ediyorduk. Bu nedenle bir konferans nedeniyle İstanbul’a geldiğini öğrenince hazırlıksız, tabiri caizse apar topar İstanbul’a ulaştık. İstanbula’daki Çeçen dost ve arkadaşlarımız aracılığı ile konferans sonra yarım saat de olsa zaman ayrılması ricamızı kırmaması üzerine röportajı gerçekleştirdik.

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Carım Aslan Adige Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştu. Hafızam beni yanıltmıyorsa danışmanlarından birisi de diasporadan Anavatana dönen Dr. Necdet Hatam olarak belirlemişti. Ve ilk elden aldığımız bilgilerle önemli icraatlarda bulunuyordu. Diasporaya çok sıcak bakan birisi olarak görüyorduk. Nüfusa rağmen Parlamentoda çoğunluğun Adige olması konusundaki çabaları, sanırım devlet başkanının Adigece bilme kuralını sağlaması, Diasporanın vatandaşlığa alınmasını kolaylaştırıcı hükümlerin çıkmasını sağlaması bizleri heyecanlandırıyor ve sevindiriyordu. Çerkes kamuoyunu da meraklandırdığını sanıyor ve onu tanıtmak ve yaptıklarını, yapacaklarını, duygu ve düşüncelerini duyurmak istiyorduk.

Bizim Maykop’a gitme fırsatımız olmadığı, onun da Türkiye’ye gelme ihtimali çok görünmediğinden bu röportajı bizlere her daim yardım ve destek sağlayan Dr. Necdet Hatam ve İzzet Aydemir aracılığı ile yapma olanağı bulduk.

Planlamamızda Marje’nin yayın politikasına uygun olarak ve dışa açılım stratejisinin gereği olarak Türkiye’nin siyasi aktörlerinin görüşlerini röportajlar yoluyla aktarmak vardı. Ancak bunu araya giren olaylar ve özellikle Abhazya savaşı ve ilkelerimize aykırı istekler olması sebebiyle gerçekleştirilemedik.

Marje yayınlamaya başladıktan 3 ay sonra Gürcistan Abhazya’ya saldırdı. Bu süreç Marje’nin yayın politikasını ve Marje’ye karşı ilgiyi nasıl etkiledi?

Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırması yayın politikası açısında esaslı bir değişikliğe yol açmadı. Bu süreç boyunca sadece diğer cumhuriyetler ile ilgili bazı yapacaklarımızın ertelenmesine, biraz daha geri plana atılmasına neden oldu. Bütün dikkatimizi Abhazya’daki gelişmelere yönlendirdik. Bu konudaki gelişmeleri dış kamuoyuna duyurmaya ve ayrıntılarıyla anlatmaya yöneldik. O dönemdeki şansımız büroda bulunan, o dönem Türkiye’ye yeni gelmiş bir araç telefonumuz olması idi. Bu telefonla Abhazya’da temin edilen bir uydu telefonu ile uygun olduklarında Devlet Başkanımız Ardzınba’nın basın danışmanı rahmetli Papba Sezai Babakuş’dan ayrıntılı bilgileri alabiliyorduk.

Aynı zamanda Türkiye’de de Başbakan ve Cumhurbaşkanı görüşmelerinde derginin ve büronun iletişim olanakları nedeniyle Ankara ve İstanbul’un arasında iletişim koordinasyonuna yardımcı oluyor, tüm görüşmeleri ve yazar yorumlarını, derneklerimizin tepkilerini kamuoyuna ve basın organlarına aktarabiliyorduk.

Marje’ye ilgi konusunda açık bir ölçümleme yapma olanağımız yoktu. Ne var ki derginin her sayısının dağıtımından sonra gerek sözlü, gerek yazılı olan yorum ve bilgi edinme talepleri artmıştı ve bu konudaki haberlerin okunurluk oranının arttığını gelen yorumlardan anlıyorduk.

Bir başka haber kaynağımız da savaş sırasında yaralanan ve Türkiye’ye tedavi amaçlı gelen insanlar ve onlarla yaptığımız söyleşilerdi. Buna da oldukça geniş olarak sayfalarımızda yer veriyorduk.

Marje’nin en çok ses getiren sayısı sanırım 8. sayısı. “Bazı İlişkiler Ayaklarınızı Yerden Kesebilir” başlığının yer aldığı kapak çok tartışıldı. Bu kapak neden seçildi, nasıl tepkilerle karşılaştınız, gelen eleştirileri nasıl karşıladınız?

Evet kamuoyunda olumlu olumsuz en çok ses getiren kapaktı. Resmi makamlar düzeyinde de bize çok sıkıntı çıkardı.

Aslında 11 kapağın görselinin ve manşetinin her birinin apayrı ve özel hikayesi var idi. Ama en çok bu kapak hem resmi makamlarda hem genel kamuoyunda ses getirmişti.

Abhazya’nın bağımsızlık savaşı başlamış, Gürcistan’ın faşist yönetimi işgale başlamış, insan hakları ihlalleri ve savaş suçları gırla gidiyordu.

Türkiye’deki yönetim ise bölge hakkında gerekli bilgiye sahip olmadığı için bir “toprak bütünlüğü” masalı uydurmuş tekrar edip duruyordu.

Resmi makamların verdiği bilgiye göre önceden yapılmış bir anlaşma gereği ünlü bir spor adamının Türkiye’deki un fabrikasından bir bisküvi fabrikası kanalıyla Gürcistan’a 50 bin ton buğday ve un hibe olarak sevk edilmekteydi. Bunun dururulmasını Başbakan Demirel ile yaptığımız görüşmede de istemiştik.

O sırada AIDS salgını en tehlikeli boyutlarda idi. Genel düşünce ise AIDS hastalığını cinsel ilişki ile bulaştığı yönündeydi. Bu nedenle T.C. Sağlık Bakanlığı morgda yatan birisinin cenazeler karışmaması için ayaklarına bağlanan etiketlerinde kimlik yerine “AIDS” ve “HIV” yazan kamu reklamları hazırlamış, bunları billboardlara asmış, yazılı basın organlarında da yayınlamıştı. Altında da anormal cinsel ilişkinin yaratacağı tehlikeleri vurgulamak için “Bazı İlişkiler Ayağınızı Yerden Kesebilir” spotu kullanılmıştı.

Savaş esnasında Türkiye’nin Gürcistan’a buğday ve un yardımında bulunması çok ağırımıza gidiyor ve bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyorduk. Yayın Kurulumuzun 8. sayı toplantısında Genel Yayın Yönetmenimiz Zafer Sürer’in teklifi üzerine, tepkileri nasıl karşılayabileceğimizi konuştuktan sonra, Sağlık Bakanlığı’nın bu görseli ve kamu spotunun adapte edilerek kullanılmasına karar verdik.

Görselin morgda yatan cenazenin bir ayağına T.C., bir ayağına da Gürcistan etiketi monte ederek aynı spotla kapak yaptık, manşet yaptık.

Bu görselin seçimi ile hem hükümeti eleştirip hem de hükümet yetkililerinin ve kamuoyunun dikkatini Abhazya-Gürcistan savaşına çekmek istiyorduk. Biraz da yaratılacak paradoksun saçmalığını ortaya koymaya çalışıyorduk.

Elbette dergi yayına girer girmez Valilik Basın bürosunca aranıp uyarıldık. Ardından da Genel Yayın Yönetmenimiz ve ben Emniyet Müdürlüğü’ne çağrıldık. Galiba ben işim sebebiyle Ankara dışında olduğum için Genel Yayın Yönetmemiz konu hakkında bilgi almak adı altında sorgulandı. Biz de bunun sahibinin, yani orijinalinin Sağlık Bakanlığı olduğunu, Bakanlığın bunu bir hastalığa dikkat çekmek için hazırladığını, bizim de uluslararası ilişkilerde dikkatli davranılması gerekliliğini vurgulamak için bu spot ve afişi kullandığımızı belirterek savunmada bulunduk.

Zaten “Alındı Belgesi”nin sıkıntılı bir şekilde alınmasından sonra sürekli izleme ve dinleme faaliyetlerinde bulunuluyordu. Bunu bize bazen hissettiriyorlar, bazen açıktan telefonla uyarıyorlardı, bazen de idari makamlardaki Çerkes arkadaşlarımızdan öğreniyorduk. Kril harfleriyle yayınladığımız Çerkesçe yazıları zorlanarak da olsa anlamını araştırıp tercüme ettirdiklerini biliyorduk. Derginin kapatılma kararı için mahkemeye delil yaratma çabasında olduklarını biliyorduk. Savunmalarımızı da buna yönelik dikkatlice oluşturmaya çalışıyorduk.

Resmi makamların bu biraz baskıcı olumsuz tepkisine rağmen çok küçük bir azınlık (onlar da T.C.’de önemli makam ve mevkiilerde bulunan, derneklerimizin genel politikalarına hep karşı olan gruptu) dışında kamu oyundan olumlu ve sevindirici tepkiler alıyor, espiriyi anladıkları ve beğendiklerini anlıyorduk.

Hatta benim yakın dostlarımdan birisi ile herhangi bir ilişki kuracakları zaman, ilişki kurulacak kişiye dikkat edilmesi gerektiğini belirtmek için bu söz kah şaka, kah ciddi olarak kullanılan bir slogan haline gelmişti.

Marje dergisi bir yıl yaşayabildi. Niçin 11. sayıdan sonra yayınına son verildi?

Marje’nin içerisindeki belki de kopmaya ve ayrılmama sebep olacak en ciddi tartışma ve kriz “MI” soru eki yüzünden daha 3. sayımızda çıkmıştı. Genel Yayın Yönetmeni olarak Zafer Sürer’i ısrarlı çalışmamız sonucu ikna etmiş, 4. sayıdan itibaren Genel Yayın Yönetmeliğini ona devretmiştik, fakat 3. sayının çıkarılmasından itibaren bizimle çalışıyordu. Bu sayıda başyazarımız ve Lina Organizasyon adına derginin imtiyaz sahibi Sönmez Baykan’ın başyazısının başlığı “Çerkesler Üvey Evlat mıyız” idi. Bu yazının başlığını kapak kısmına spot olarak koyma kararı almıştım. O sayının negatif baskısını kontrol için Gözde Ofset’e gittiğimde başlığın “Çerkes Üvey Evlat” olarak değiştiğini gördüm. Ofset sahibinin uyarısı üzerine spotu “Çerkesler Üvey Evlat mı” olarak düzeltilmesinin içerikdeki yazının anlatımına uygun düşeceği için bu şekilde basılması yönünde talimat verdim.

Bu spottaki “mı” soru eki önemli ölçüde anlam değişikliği yaratmaktaydı. Soru eki olmaksızın spot bir yargı ve karar anlamı kazanıyor, soru ekiyle zihinlerde yapılanları anlatıyor ve bunun karşılığında yeterince hakkın teslim edilip edilmediği konusunda insanların kafasında “Acaba” sorusunun doğmasına yol açacak anlam kazanıyordu. Bu ikinci anlam derginin içindeki başyazıya ve vermek istediği mesaja daha uygundu.

Derginin ilk baskıları elimize geçtikten sonra başlayan tartışma Genel Yayın Yönetmenimiz Zafer Sürer’in ısrarlı ikna çalışması sonucu yatıştırılmış ve ayrılmamaya ikna olmuştum. Bu kırgınlık ve soğukluk uzun süre devam etti. Ama hiçbir zaman tam olarak eski haline gelmediği gibi kırılganlıklar da unutulmadı.

Sonrasında Abhazya’nın bağımsızlık savaşının başlaması yeni bir motivasyon ve gayretlenmemize ve sorunların ertelenmesine sebep oldu.

Sonrasında ise gerek benim, gerekse Lina Organizasyo olarak Sönmez’in özel işlerimizin aksaması ve mali durumlarımızın kötüye gitmesi, benim başıma gelen nahoş olaylar, bundan dolayı çevremizden yeterli destek ve yardım görmemiş olmanın bende yarattığı duygu dergi dahil ortak kullandığımız mekandan ayrılmama sebep olmuştu. Son sayı öncesi, yani 11. sayı ve öncesi bir takım mali yükümlülükleri yerine getirmekte zorlanıyorduk, son sayıda da yerine getiremez olduk.

Ben ayrıldıktan sonra 12. sayının da hazırlandığını, baskı öncesi işlemlerinin bitirildiğini ve matbaada basım aşamasında mali olanaksızlık nedeniyle basılamadığını duymuştum.

Böylece Marje kendisinden önceki dergimizin akıbetine uğrayarak sessiz sedasız, bildirisiz, vedasız yayın hayatına son vermek zorunda kaldı.

30 yıl sonra geriye baktığınızda sizce Marje’nin en önemli katkıları nelerdir?

Yayın hayatımızın sona ermesinden sonraki dönemde zaman zaman kötümserliğe, kızgınlığa kapılsam da sonuçta iyi ki kısa sürede böyle bir dergi çıkarmışız diyebiliyorum

Marje’nin yayın hayatına başladığı yıllar gerek Çerkesler açısından, gerek yaşadığımız ülke ve Anavatanımız açısından oldukça olumsuz konjektüre sahipti. Ancak bu durum yeni fırsatlar ve olanaklar da sunmaktaydı.

Ankara’nın emektar binası yıkılmış, Ankara ve tüm ülkedeki Çerkeslere yakışır bir binayı yapmanın gayreti içerisinde idik. Tüm kaynakların bina yapımına yönlendirilmesi insan kaynağımız önemli bir kitlesini oluşturan faaliyetlerin uygulayıcı olan gençliğe özellikle de üniversite gençliğine yeterince ilgi göstermemize neden oluyordu. Aynı zamanda çoğu Ankara dernek yönetiminde olan Marje kadrosu, “saraylar yaptırsanız bile içinde çalışacak insan bulamadıktan sonra davaya katkınız olmayacağı” düşüncesiyle onlarca komisyon kurulması izni vererek ve onlara az da olsa bütçeler oluşturarak faaliyetlere devam etmeye ve yeni gelen gençleri işin için katmaya çalışıyordu. Üstelik tek sesimiz olan derginin yukarıda kısmen söz ettiğim sebeplerle yayınına son verilmişti.

Dünyada soğuk savaşın sonuna gelinmiş, Sovyetler Birliği dağılmış, dünya çift kutuplu olmaktan çıkmakta, Anavatanımız ve devletlerimiz daha özgür ve rahat hale gelmiş, yıllardır kendimize motto kabul ettiğimiz dönüş fikri için gidişler kolaylaşmış, hatta kesin dönüş ve yerleşme, vatandaşlık alma olanaklarını kolaylaştırıcı normlar düzenlenmişti. Adeta bir çok hedefimize ulaşma yolları altın tepside olmasa de kesinlikle gümüş tepside sunulmakta idi.

Gürcistan yönetiminin Abhazya işgali başlamış, bağımsızlık savaşına gerek Tütkiye’den, gerekse Rusya’da bulunan Cumhuriyetlerimizden yüzlerce insan devletlerin engellemelerine rağmen Abhazya’nın yanında yer almaya koşmuşlardı.

Sürgünün 125. Yıl Anma Etkinlikleri yeni yapılmış ve önemli sonuçları olmuş, meyveleri toplanmaya başlamıştı. Dünya Adige Abaza Birliği yeni kurulmuş, önemli güzel projeler sunulmaya başlanmış ve uygulamaya konulmaktaydı. Türkiye’de Çerkeslerin onlarca yıl süren tek çatı altında toplanması çalışmaları iyi gidip somut sonuçlar elde edilmeye başlanmıştı.

Bütün bunlara rağmen toplumumuzda akıl almaz bir rehavet hakimdi.

Bu ortamda Marje’nin, yayın ilkelerinden olan, sorunların ve çözüm önerilerinin dışa dönük ve uluslararası platformlara yansıtılmasını başarabildiğine ve böyle bir katkıda bulunduğuna inanıyorum.

O güne kadar korkulan ve saklanan, dilimizin yok oluşa dolu dizgin gidişinin, teknik kısıtlara karşın yaptığı yayınlarla rahvan yürüyüşüne çevirmeye bir etkisi olduğuna inanıyorum.

Sohbeti uzatmak gibi olacak ama izninle daha iki yıl önce yaşanmış bir anektodu örnek olarak aktarmak isterim. Kızım üniversiteye başladığında Ankara Çerkes Derneği’nden arkadaşları görüşme ve sohbetlerinde benim 1991 döneminde yönetici ve Marje dergisinde sorumlu olduğumu öğrenince sohbet etmek istiyorlar. Ve özellikle de 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında yönetici olmamız sebebiyle Anavatana dönüş konusunda bizim fırsatları kaçırdığımız, gerekli çalışmaları yapmadığımız eleştirisini iletip bu konuda sorgulamak istediklerini söylüyorlar. Kabul ediyorum, ilk Ankara ziyaretimde görüşmek istediğimi belirtiyorum, ama bu görüşme çekindikleri için bir türlü gerçekleşmiyor.

Daha sonra birkaç genç arkadaş anne ve babamın vefatından dolayı incelik gösterip Çorum’a taziyeye geldiklerinde bu buluşma gerçekleşiyor. Sorularını cevaplayıp onlara neler yapıldığı ve bu dönemde Marje’nin yaptıkları, yazdıkları ve örneğin Carım Aslan döneminde çıkarılan Adige Vatandaşlık Yasası’nın ve bunun üzerine yaptığımız çalışmaları, vatandaşlık için kaç kişinin başvuruda bulunduğu, kabul edilenlerin kaç kişinin olduğu gibi yayınları ve bunların açıklandığı DÇB’nin İstanbul’da yapılan Genel Kurul sunumlarını gösterdiğimde ikna oluyorlar.

Ez cümle üzerinden yıllar geçse de Marje’nin o gün ve sonrasında insanların ve özellikle de gençlerin kafalarında sorunlar ve çözümler konusunda “acaba” sorusunun doğmasına bir etkisi olduğunu inanıyorum.

Bizim sorularımız bu kadar, sizin başka belirtmek istediğiniz konular var mı?

Marje hakkında sorulabilecek soruların hemen hepsini sorduğunuza inanıyorum. Ben de olabildiğince her şeyi, olup biteni bütün açıklığı ile anlatmaya çalıştım. Umarım bir sürç-ü lisanda bulunmamışımdır. Eğer bir sürç-ü lisanda bulunmuşsam affınıza sığınırım.

Son olarak da zaman içerisinde bizim konularla ilgili ve dönemsel yazılar yayınlayan, inceleme yapan yazar ve arkadaşların bir çok yayına atıfta bulunmasına rağmen Marje’nin yok sayıldığı hissine kapıldığım için, Marje’nin macerasını anlattığım ve başlığını “Keemnen Yekun Sayılan bir Yayın” koyduğum yazının başlangıcını yapıp müşkülpesentlikten, dostları kırmaktan ve kırılmaktan, bazı imajları zedelemekten korktuğum için bitiremediğim bu yazıyı, zaman sınırı koyarak ve zorlayarak anlatmamı ve yazmamı sağladığınız için sizlere çok teşekkür ediyorum.

Diaspora Yazıları’nın dijital ortamda oluşturmanız ayrıca çok değerli ve takdir-e şayan. Emekleriniz için de ayrıca teşekkür ediyorum.


Marje dergisinin tüm sayılarına buradan erişebilirisiniz.