‘Sürgün’ Halk Çerkesler
1995-03-15
Dr.Vasfi Güsar’ın anısına armağan
Giriş
Anadolu’nun en son misafirlerinden olan Çerkesler Kafkasya’nın yerli (otokton) halkıdır. 19.yy ortalarında Kafkasya’dan kitlesel olarak sürgün edilen Çerkesler, sürgünden günümüze 130 yıldır Anadolu’da yaşamalarına rağmen kültür ve tarihleri layıkıyla tanınmamaktadır. Dilleri, kültür ve tarihleri yadsınarak “ihmal edilebilir bir nicelik olarak” görülmüşlerdir. İç çeşitlilikleri ve farklılıkları, uzun bir tarihi geçmişe sahip olmaları ve sürgün sonrası değişik ülke ve kültürler içinde muhaceret hayatını sürdürmelerinden kaynaklanan sorunlarının çok boyutluluğu bu yazı kapsamına sığmayacak kadar çetrefillidir. Bu nedenle yazımızda sadece Çerkeslerin sürgün sonrası Anadolu’daki yaşamını tasvir etmeye çalışacağız.
Çerkesler kimdir? Çerkesce bir sözcük olmayan “Çerkes” kelimesi önceleri Kuzey-batı Kafkasya’da yaşayan topluluklara (özellikle Adığelere) dışarıdan verilmiş bir isimdi. Günümüz Türkiye’sinde bu sözcük Anadolu’da yaşayan bütün Kuzey Kafkasyalıları tanımlamak için kullanıldığından, biz de bu kullanıma sadık kalacağız.
Kafkas halkları, etnik ve dilbilimsel açıdan, Hint-Avrupa grubu gibi, özgün bir grubu oluştururlar. Bu grup, Kuzey Kafkas ve Güney Kafkas halkları olarak ikiye ayrılır. Güney Kafkas halklarını Gürcü, Svan ve Zanlar (Mingrel ve Lazlar) teşkil eder. Kuzey Kafkas halkları da kendi içinde Kuzey-batı (Abhaz-Abaza, Adığe, Wubıh) ve Kuzey-doğu (Veynah [Çeçen, İnguş, Bat] ve Dağıstan [Avar, Lezgi, Dargi, Lak, Tabasaran, vb.]) dallarına ayrılır. Yüzyıllarca yıldır Kafkasya’da yaşayan Osetler, Karaçay ve Balkarlar da yerel toplumlarla kaynaştığı için Kafkas kültürünün bir parçasını oluştururlar. Wubıh halkının tamamı, 1864’de Çarlık Rusyası’nın uyguladığı sürgün politikası sonucu anayurdundan ayrılmak zorunda bırakılmış ve Anadolu’daki muhaceret yaşamı içerisinde tamamen yok olmuştur. Günümüzde Wubıh dilini ve kültürünü temsil eden kimse kalmamıştır. Azeri ve Ermeniler coğrafi olarak Güney Kafkasya’da (daha doğrusu, Kafkas-ötesi’nde) yaşamalarına rağmen etnik ve dilbilimsel açıdan Kafkas halkları içinde yer almazlar (Geiger vd., 1959; Catford, 1977; Hewitt, 1989).
Sürgün
Arkeolojik bulgulara göre Kuzey-batı Kafkasya’da uygarlık M.Ö.3000 yıllarında Kuban bölgesinde gelişmeye başladı. “Maykop kültürü” olarak bilinen bu kültür zamanla doğuya, Dağıstan’a doğru ve batıya, Taman yarımadasına doğru genişledi. M.Ö. 6.yy’da Kafkasya’da Yunan kolonileri kuruldu. M.Ö.480 yılında bir Yunan devleti olan Bosporus Krallığı, müteakiben komşu Adığe boylarında Sind (Çint) krallığı kuruldu. Bu devletler varlıklarını yaklaşık yüz yıl devam ettirebildiler. O tarihten 19.yy’a kadar (M.S. 8-10.yy’daki Abhazya Krallığı hariç) bölgede güçlü bir devlet örgütlenmesi oluşmadı. Moğol istilaları gibi kısa dönemler dışında Çerkesler kabile federasyonları ve feodal derebeylikler halinde bağımsız yaşadılar.
18.yy’dan itibaren Çarlık Rusyası tedrici olarak Kuzey Kafkasya’yı işgale başladı. Bu işgal 1864’de Kuzey-batı Kafkasya’daki son direniş merkezinin düşmesiyle tamamlandı. Çarlık Rusyası’nın sömürgeci politikaları doğrultusunda Kuzey-batı Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerin büyük bir çoğunluğu (yaklaşık 1.5 milyon insan) Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edildi. Böylelikle Çerkeslerin tarihinde yeni ve trajik bir dönem başladı. Bu dönemi iki farklı bağlamda, birbirinden görece bağımsız gelişen muhaceret ve anayurt yaşamı olarak değerlendirmek mümkündür.
Uzun süren savaşlardan zaten yorgun düşmüş Çerkesler kısa sürede kitlesel olarak sürgün edilmenin getirdiği bütün olumsuzlukları yaşadılar: Karadeniz’de, sürgün yollarında onbinlerce insan telef oldu; ilk yerleşim bölgelerindeki yokluk ve yoksunluktan, hastalıktan, iklim değişikliğinden büyük bir nüfus kaybına uğradılar. Bu dönemdeki gözlemcilerin raporlarına göre olumsuz koşullardan dolayı Çerkeslerin yarısına yakını kısa bir sürede hayatını kaybetti.
Sağ kalanlar Osmanlıların iskan politikları doğrultusunda Rumeli, Anadolu ve diğer bölgelere dağınıkca yerleştirildi. 1876 İstanbul Konferansı’nda Çarlık Rusyası’nın baskısı ve akabindeki 93 Harbi’nden sonra (1877-78) yaklaşık 200.000 Çerkes Rumeli’den de sürgün edilerek Anadolu’ya, bugünkü Suriye, Ürdün ve İsrail’e yerleştirildi. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Tutum, Pinson ve Karpat, 1993.) Bu nüfus hareketleri ve iskan politikaları sonucu günümüzde Çerkesler yoğun olarak Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Adapazarı, Eskişehir, Bolu, Samsun, Sinop, Çorum, Sivas, Tokat, Yozgat, Kayseri, Maraş ve Hatay illerinde binden fazla yerleşim merkezinde yaşamaktadır.
Osmanlı Dönemi
Osmanlıların Çerkeslerle tanışıklığı İmparatorluğun kuruluş yıllarına kadar uzanır. Özellikle İstanbul’un fethinden sonra Karadeniz köle ticaretinin Osmanlıların eline geçmesiyle, Saray’daki Çerkeslerin sayısında bir artış görünmüştür. Bu nedenle 1864’deki büyük sürgünden önce de Çerkesler Osmanlı entellektüel yaşamında yer almıştı. Fakat II.Meşrutiyet’e kadar Çerkes münevverlerinin kendi halklarıyla ilgili eserler verdiği pek görülmemektedir. Buna mukabil Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu Çerkes Özdenleri adlı oyunun sahnelendiği Gedikpaşa tiyatrosu 1884’de II.Abdülhamit tarafından yıktırılır. Bir iddiaya göre bu oyunda “Çerkeslerin özgürlük ve bağımsızlık taleplerinin” işlendiğine dair verilen jurnal sonucu tiyatro yıktırılmıştır. Bir grup Çerkes münevverinin Çerkes tarihini yazmak için teşebbüse geçmesi üzerine olayı haber alan II.Abdülhamit’in ağır bir polis denetimi uyguladığı bilinmektedir (Özbek, 1991: 164). Bu dönemde Çerkeslerin kendi kültürlerine ilişkin çalışmalarını ortaya çıkaramamaları hem devlet baskısı, hem de yeni sürgün edilmiş olmanın getirdiği yıkımın sonucudur.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki görece serbest ortamda politik ve kültürel etkinlikler gösteren pek çok örgütlülük kendini ifade etmeye başladı. Örneğin 1908 yılında Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti, 1911’de Şimali Kafkasya Cemiyeti, 1914’de Kafkasyalılar Arasında Neşr-i Maarif Cemiyeti, 1918’de Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti, ve 1920’de Kafkas Teali Cemiyeti kurulmuştur. Bu derneklerden Şimali Kafkasya Cemiyeti, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’a gelen İngiliz işgal kuvvetlerince, diğerleri de 1923’de kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti tarafından kapatılmıştır.
Bu cemiyetler kültürel alanda çok etkin olmuşlar, Arap ve Latin alfabeleri temelinde Çerkes alfabesi hazırlanmış, dünyada ilk kez Adığece çıkan gazete, Ğuaze [Kılavuz], yayınlanmış, İstanbul’da Çerkesce eğitim veren Çerkes Örnek Okulu faaliyete geçmiş, Çerkes tarihi ve kültürü üzerine eserler yayınlanmış, ayrıca Kafkasya’nın değişik bölgelerinde de okullar açılmış, bu okullar için Çerkesce coğrafya, matematik kitapları basılmıştır. Bu cemiyetlerin faaliyetleri, Çerkesler arasında dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaya, sürgün sonrası yaraların sarılmasına yönelik olmuştur. Ayrıca Kafkasya ile ilişkilerin kurulmasına ehemmiyet verilmiştir.
Osmanlı topraklarında, sürgün ve sonrasında, merkezi devlet ile doğrudan bir çatışma içerisine girmeyen Çerkesler, İmparatorluğun yıkılışı sonrasında Anadolu’da başlayan “milli” hareket sonucu bir ikilemle kalmışlardır. Özellikle askeri bürokrasi içerisinde yer alan ve İttihat ve Terakki partisine yakın olan kişiler ve bazı yerel güçler aktif bir şekilde bu hareketi desteklerken, Saray ve Padişah’a yakın küçük bir kesim bu harekete uzak durmuştur. “Milli” hareketin destek görmesinin önemli bir nedeni, bu hareketin Anadolu’daki bütün müslüman toplumlarının hakkını gözettiğini vurgulamasıdır.1 Örneğin hareketin önderlerinden Mustafa Kemal, Meclis’in ilk oturumunda, 24 Nisan 1920’de yaptığı konuşmada şöyle demiştir:2
Efendiler, [Erzurum Kongresi’nde benimsenen] bu hudut sırf askerî mülâhazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hududu millîdir. Hududu millî olmak üzere tesbit edilmiştir. Fakat bu hudut dâhilinde tasavvur edilmesin ki anasırı islâmiyeden yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dâhilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı sairei islâmiye vardır. İşte bu hudut memzuç bir halde yaşıyan, bütün maksatlarını bütün mânasiyle tevhidetmiş olan kardeş milletlerin hududu millîsidir. Bu hudut meselesini tesbit eden maddenin içerisinde büyük bir esas vardır. Fazla olarak o da bu vatan dahilinde yaşıyan anasırı islâmiyenin her birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir.
Bu iki eğilim dışında, 1921 yılında İzmir’de bir kongre toplayan ve “Çerkes Milletinin Düveli Muazzama ve Alemi İnsaniyet ve Medeniyete Umumi Beyannamesi” başlığıyla bir bildiri yayınlayan bir grup Çerkes, Şarkı Karip Çerkesleri Temini Hukuk Cemiyeti isminde bir dernek kurmuştur. Bu beyannamede “Osmanlılığın çökmesine neden olan aşırı Türkçülerin uğursuz siyaseti, Anadolu sahasında Türk’ten gayri bir milletin hayat hakkını tanımamakta direndiği için” son çare olarak Yunan Hükümeti’nin himayesinde bir yönetim kurulmasını talep edilmiştir. İzmir Kongresi’ne katılan bütün delegeleri, Kurtuluş Savaşı sonrasında 150’likler arasında sürgün edilen bu derneğin ömrü oldukça kısa olmuştur.
Kurtuluş Savaşı sonrası üç önemli vaka, 1950’lere kadar olan gelişimi belirlemiştir. İlk olarak, özellikle Düzce ayaklanmasında Çerkeslere de baskı yapmakta beis görmeyen Ethem’e yönelik yönelik geliştirilen, hain Çerkes Ethem imajına dayanılarak dolaylı etnik baskı uygulanmıştır. Bu durumun etkileri günümüze kadar uzanmış, Ethem’in kişiliğinde Çerkesleri -kendini- savunma dürtüsü yaygın bir şekilde devam edegelmiştir.3 İkinci olarak, Manyas ve Gönen bölgesinde 14 Çerkes köyü 1923 yılında doğu illerine sürgün edilmiştir. Ünlü Çerkes münevverlerinden Mehmet Fetgerey Şoenu TBMM’ne gönderdiği sunu ile olayın vehametine dikkatleri çekmeye çalışmıştır (Şoenu, 1923/1979). Daha sonraları sürgün kararı geri çekilmesine karşın, özellikle dilin kullanılmasına getirilen kısıtlarla birlikte bu olay kollektif hafızada yer edinmiştir.
Son olarak, Bolşevik Devrimi sonrası Kuzey Kafkasya’dan kaçan çok sayıda mültecinin muhaceretteki düşünsel yaşamı etkilediği görülmektedir. II.Meşrutiyet’ten sonra canlanan etkinlikler daha çok kültürel amaçlıydı ve bu etkinlikleri gerçekleştiren münevverleri ulusalcı olarak nitelemek mümkündür.4 Muhaceretteki Çerkes aydınlarının ilk kuşağını oluşturan bu şahıslar, Çerkes dili ve kültürünü iyi biliyorlardı ve bu kültürün yaşamasını amaç edinmişlerdi. Fakat TC’nin kurulmasından sonra bu aydınların bütün etkinlikleri sona erdirildi. Devrim’den sonra Kafkasya’dan kaçan mültecilerin temel hedefi ise, Kafkasya’da Devrim’den önce kurulduğu ilan edilen devletin yeniden tesis edilmesiydi. Bu bağlamda yeni mülteci kesimler Anadolu’daki Çerkeslerle organik ilişki kur(a)madılar. Bu mültecilerin bazıları Türkiye’ye yerleşmesine rağmen, politik olarak aktif olanlar Türk-Sovyet iyi komşuluk ilişkileri babında 1930’ların sonlarında sınır dışı edildi. Özellikle Polonya ve Fransa’da kümelenen bu kesimler değişik örgütler ve ittifaklar kurdular. Anti-komünist ve büyük ölçüde anti-Rus bir söylem geliştiren bu hareketlerin amacı Kuzey Kafkasya, Gürcüstan, Azerbaycan ve Ermenistan’dan oluşan bir Kafkasya Konfederasyonu’nun kurulmasıydı.5 İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından Münih’de kurulan Sovyetler Bırliğini İnceleme Enstitüsü çevresinde tekrar bir araya gelen mültecilerin bir kısmı Türkiye’ye de gelerek buradaki faaliyetlere katıldılar. Fakat, günün politik iklimine uygun olarak bağımsız Kafkasya Konfederasyonu düşüncesi temelindeki anti-komünizm yerini Türkçülük yörüngesinde bir anti-komünizme bıraktı.
1923-1950: Sessizlik Dönemi
1864’e kadar süren savaşlar, 1864 Büyük Sürgünü ile anayurdun yitirilişi, sürgün yıllarındaki felaketler, 1878’de tekrar Balkanlardan sürgün, yeni yerleşim bölgelerindeki uyumsuzluk ve yoksulluk, Osmanlı Ordusu’nda genç nüfusun yitirilişi, Kurtuluş Savaşı’nda yine genç nüfusun büyük kayba uğraması ve daha sonraki baskı ve engeller sonucu tamamen bitap düşen halk, bu dönemde kendi fiziksel varlığını idame ettirebilme kaygısındaydı.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte İstanbul’da kurulmuş bulunan okul ve cemiyetler kapatıldı, yayın faaliyetleri durduruldu. Manyas ve Gönen’deki köylerin sürgünü ve “Vatandaş Türkçe Konuş!” sloganında ifadesini bulan politikalar sonucu en basit kültürel faaliyetler bile sona erdi. Ekonomik bakımdan kapalı köy yaşamı sürmekte olan Çerkesler, aynı zamanda kültürel bir içe dönüşe de yöneldiler. Bu yönelişle beraber dil ve kültürün folklorik öğeleri (düğün törenleri, vb.) uzun süre korunabildi. Bu kapalı köy yaşamı içinde Kafkasya ile hiç bir ilişki ve bağlantı olmamasına karşın, Kafkasya’ya yönelik derin özlem ve sevginin canlı tutulduğu bilinmektedir.
1950-1968: İronik Süreç
1950’de Demokrat Parti’nin tek parti diktatörlüğüne karşı geliştirdiği “hürriyetçi” popülist söylem Çerkesler arasında da kabul ve onay gördü. Oyların önemli bir kısmının DP’ye (ve daha sonra onun devamı niteliğindeki partilere) kanalize olmasının altında bu partinin getirmiş olduğu göreli serbestleşme ve ekonomik canlanmanın olduğu söylenebilir.
Bu ortamda bir yanda kültürel etkinlikler kıpırdanmaya başlarken, kapalı yaşamın çözülmesi sonucu kültürel erozyon ivme kazanmıştır. Kültürel erozyonun ivme kazanmasında kapalı yaşamın çözülmesi ve daha ziyade ekonomik alanda hissedilen serbestleşme sonucu diğer toplumlarla ilişileri artmasının yanı sıra, TC’nin kuruluş ideolojisindeki monist ve milliyetçi–şoven öğelerin hükümet değişmiş olsa da süreklilik arz etmesi ve devlet aygıtında buna uygun politikaların taviz verilmeden uygulanmasının da önemli rolü olmuştur. Kültürel faaliyetler canlanırken, aynı anda asimilasyon sürecinin etkilerinin daha bir hissedilir düzeye gelmesinin oluşturduğu çelişki, daha sonraki yıllarda Çerkes aydınlarının politizasyonunda önemli bir etken olmuştur. Bu politizasyonun ana merkezlerinin dernekler ve büyük çoğunluğu dernekler tarafından çıkarılan dergiler olduğu görülmektedir.
Cumhuriyet döneminde ilk Kafkas derneği, 1953 yılında İstanbul’da kurulan Kafkas Kültür Derneği olmuştur. Derneğin kurucu ve aktif üyeleri, Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti (1908-1923) mensupları ile kırsal kesimden İstanbul’a göçmüş, kırsal kesim ile yoğun bağlantıları olan kişiler ve öğrencilerde oluşmuştur. Aynı dernek üyeleri tarafından Kafkas Dergisi adında bir yayın altı sayı yayınlanmıştır. Bu dergi, sahibi İsmail Bersis’in vefatından sonra, Kafkas Mecmuası (1954-56) ve Yeni Kafkasya (1957-59) adlarıyla Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti aktif üyelerinde Dr.Vasfi Güsar’ın özverisiyle yayın hayatına devam etmiştir.
Bu dergilerde ağırlıklı olarak kültürel ve tarihsel çalışmalara ağırlık verilmiştir. Dernek faaliyetlerinde hemşehrilik ilişkilerinin pekiştirilerek kent yaşamında da sürdürülmesine önem verilmiş, halk oyunları temelinde düzenlenen etkinliklerde Çerkes halk kültürünün özgünlüğü belirtilmek istenmiştir.
Aynı dönemde İstanbul’da kurulan Kafkas Türk Kültür Derneği daha “politik” bir çizgi izlemeyi tercih etmiştir. Bu dernek, yukarıda bahsedilen mültecilerin bir kesimini de bünyesinde toplamıştır. Fakat, bu mültecilerin geleneksel çizgisinden büyük ölçüde ayrılınarak, Moskof’un “ezeli ve ebedi tehditine” karşı, Türk aleminin bekası sorunsalı benimsenmişti. ABD’nin geliştirdiği “Esir Milletler Haftası”, Türkiye’de “Esir Türkler Haftası” biçiminde organize edildi. Bu doğrultuda 1954’de kurulan Türk Göçmen ve Mülteci Dernekleri Federasyonu’na Kafkas Türk Kültür Derneği de üye oldu. Bu dernek 1980’lerin sonlarına kadar Kuzey Kafkasya isminde bir dergi yayınladı.
1960’larda büyük kentlerde dernek faaliyetlerinin yoğunlaştığı görülmüştür. Örneğin, Türkiye’de uzun yıllar boyunca en etkin derneklerden biri olan Ankara’daki Kuzey Kafkasya Kültür Derneği 1961’de kurulmuştur. Bu dönemde büyük kentlerde kurulan dernekler daha çok, geleneksel kültürel bağlarından uzaklaşmış, kentlileşmekte olan insanların hemşehrilik temelinde bir araya geldiği mekanlar olmuştur. Fakat, aynı dönemde Çerkes nüfusunun yoğun olarak bulunduğu bazı bölgelerde de dernekleşme eğilimi güç kazanmış, bazı ilçelerde Kafkas dernekleri kurulmuştur.
1964 yılında iki dergi, Birleşik Kafkasya ve Kafkasya Kültürel Dergi yayınlanmaya başlamıştır. Üç yıl süren kısa yaşamında Birleşik Kafkasya dergisi “esir milletler"in durumuyla ilgili politik yazıların yanı sıra, tarihsel ve kültürel yazılara da yer vermiştir. İzzet Aydemir tarafından 1970’lerin ortasına kadar yayınlanan Kafkasya Kültürel Dergi, mitoloji, tarih, kültür ağırlıklı olmakla birlikte asimilasyon kavramının da tartışıldığı bir platform olmuştur. Bu dergi, muhacerette bir entellektüel birikim oluşturulmasına ciddi katkılarda bulunmuştur. Çerkeslerin ayrı bir halk olduğunu, ayrı bir kimliğe sahip bulunduklarını vurgulamış, Türkiye’deki asimilasyon sürecine dikkati çekmiştir. Kafkasya Kültürel Dergi, Kafkasya’daki Çerkes yazarların eserlerini Türkçeye çevirerek Sovyet döneminde Çerkes kültürünün yokolmadığını, hatta tam tersine geliştiğini göstermiş, böylece anti-komünist hezeyanın kırılmasına katkıda bulunmuştur.
1960 dönemine genel olarak baktığımızda, zamanla yitirilmekte olan milli değerlerin korunması ve sahiplenilmesiyle ilgili naif kaygıların baskın olduğu görülmektedir. Fakat kültürün korunmasına ilişkin (siyasal) koşullar üzerine herhangi bir çaba ve çalışma mevzubahis değildir. Bu güzel kültürün, değeri tam olarak anlaşıldığı zaman, bireysel-ailevi ilişkiler temelinde korunulabileceği düşüncesi yaygındı. 1968’den itibaren siyasal kavramlar telaffuz edilmeye başlandı. Mevcut siyasi yapılardan bağımsız, etno-merkezli, “öz” hareketlerin oluşturulması hedeflendi. 1969’da yayın hayatına başlayan ve 12 Mart’ta kadar yayınlanan “aylık siyası gazete” Kamçı, bu eğilimin sözcüsü olmuştur.
İlk kez Kamçı gazetesi yokoluş boyutlarına ulaşan asimilasyonu bir “milli mesele” olarak ele aldı ve tartışmanın kavramsal çerçevesinin çizilmesini sağladı. Metropoldeki aydınlardan taşradaki “dernekçiler"e kadar bütün kesimlerin sürdürdüğü tartışmalarda bu çerçevenin içindeki kavramlar (anayurt, muhaceret, asimilasyon, kültürel haklar, dönüş, vb.) yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Kamçı gazetesi Türkiye’de kültürel haklar kazanıldığı zaman asimilasyon sürecinin yavaşlayacağını, fakat nüfus dağınıklığından dolayı yok oluş sürecinin durmayacağını, bu nedenle nihai hedefin Kafkasya’ya dönüş olması gerektiğini açıkca deklare etmiştir.
1968-1980: Artan Toplumsal Hareketlilik ve Yükselen Toplumsal Muhalefet
Yukarıda vurgulandığı gibi Anadolu’da çok dağınık bir şekilde iskan edilmiş bulunan Çerkes nüfusu çoğunluk itibariyle kırsal kesimde yaşamaktaydı. Ancak Anadolu’daki genel kırsal nüfusun yaşam biçimi ve gelenekleriyle benzeşmeyen oldukca farklı özelliklere sahipti: akrabalık ilişkilerini yansıtan özgün ev mimarisi ve dekorasyonundan, giyim, kuşam ve takılara kadar hemen her kültürel öğede farklılıklar vardı. Ayrıca, her kabilenin Kafkasya’dan taşıdığı kendine özgü kültürel ve toplumsal yapılanmaları da varlığını sürdürmekteydi. Örneğin, Khaberdey ve Besleney gibi kabilelerde feodal ilişkiler baskın olmasına karşın, Abzeh ve Şabsığ gibi feodal ilişkilerin gelişmediği boylar, küçük köylü toplulukları oluşturdular. Fakat cumhuriyet döneminde egemen olan dışsal siyasal yapının etkisiyle bu feodal ilişkiler tedrici olarak tasfiye oldu.
1950’lerden itibaren Türkiye genelinde olduğu gibi Çerkes nüfusunda da kentlere akış başladı. Marmara ve Karadeniz bölgesindeki Çerkesler genellikle İstanbul’a, diğer bölgelerdekiler Ankara ve İstanbul’a ve kısmen bölgesel metropol konumundaki Kayseri’ye ve sınai yerleşim merkezlerine göç etmeye başladı. Bu metropellerde önceleri bazı semtlerde, göç edilen bölge temelinde belirli yoğunlaşmalar gözlemleniyordu. Fakat kent kültürü ile sarsıcı bir çelişki yaşanmadığı için, kent yaşamına intibak görece kolay sağlandı. Bu nedenle nüfusun görece yoğun olarak yaşadığı bölgelerde gettolaşma eğilimi görülmedi - bu yoğunlaşmalar zamanla, özellikle 1980’larda, çözülmeye başladı. Bu süreç içerisinde kırsal kesimde de etnik homojenlik korunamadı. Özellikle Marmara Bölgesi gibi net iç göç alan bölgelerde köy düzeyinde etnik çeşitlilik oluşmaya başladı. Buna bağlı olarak kırsal kesimde belirli yönleriyle korunabilen kültürde önemli aşınmalar görüldü.
1950 ve 60’larda çıkan Çerkes tarihi ve kültürüne ilişkin yayınlar, asgari düzeyde bile olsa, bir birikim sağlarken, yeni çalışmaları teşvik edici bir rol oynamıştı. Kırsal kesimde de kültürün büyük bir hızla aşınması, kültürün kendini yeniden-üretememesi, günlük yaşamda kendisini hissettiren (kültürel) çelişkiler, okumuş (üniversiteli) genç kesimleri bu sürecin nedenleri üzerinde düşünmeye ve tartışmaya sevk etti. Kamçı gazetesi bu düşünme ve tartışma ortamının hem ürünü, hem yönlendiricisi oldu.
1970’lerde “kültürün korunması ve yaşatılması"nı temel alan ulusalcı kaygı sonucu “Çerkes ulusal sorunu” tanımlaması yapılarak bu soruna çözüm yolları aranmaya başlandı. Bu dönemde yükselen toplumsal muhalefet, Çerkes aydınlarını da etkiledi ve “muhalif” bir söylemin koşullarını yarattı. Mevcut ideolojilerin Çerkeslerin özgün sorununa çözüm getirme konusunda uygulanabilir/sahiplenilebilir formülasyonlardan uzak görülmesi, Çerkes aydınlarını sorunun orijinalitesini merkez alarak özgül çözüm önerileri geliştirmeye yöneltti. Bu öneriler içerisinde en yaygın ve etkili olanı, Çerkesler arasında mevcut (genel) siyasi eğilimler dışında etno-merkezli bir hareket oluşturabilen “Kafkasya’ya Dönüş” tezi oldu.
“Yok oluşun kucağına itildiği büyük göçten bu yana, içinde bulunduğu yaşam kavgasının 111. yılında, egemen güçlerin çeşitli baskılarla şartlandırdığı, sosyo-ekonomi, kültür ve özgürlük gibi temel haklarını yitirmiş dünya halklarından Çerkes halkının, düşünce karmaşıklığından ve bireysel küçük çıkar hesaplarından sıyrılarak, çağımız koşullarına uygun biçimde ‘kendi topraklarında kendi kaderini tayin eden bir toplum’ olma yolundaki çabasına katkıda bulunan tüm Çerkeslerin anılarına saygıyla…” sözleriyle 1975’de yayın hayatına başlayan Yamçı dergisi, “Kafkasya’ya Dönüş” tezinin olgunlaştırılmasında ve bir çekim merkezi oluşturmasında önemli bir misyon üstlendi. Toplumsal muhalefetteki hegemonik söylemin etkisi ve bizatihi sorunun tanınmasının yüklediği tavır nedeniyle, dönüş hareketi kendisini Çerkes halkının “anti–emperyalist, anti–faşist, anti–şovenist, anti–feodal ve anti–asimilasyoncu” mücadelesi olarak tanımlıyordu. Zaman içinde kısmen değişen söylemine karşın bu hareket, ulusal varlığını inkar etmeyen, farklı ideolojik eğilimlere sahip insanları bir araya getirebiliyordu. 1978-80 yıllarında çıkan Nartların Sesi6 gazetesi ve 1980 sonlarında çıkan Kafdağı dergisi bu hareketin koordinasyonunda ve iç iletişiminde önemli bir rol oynadı. Bu yıllarda hızla gelişen dönüş hareketi, 12 Eylül askeri darbesi ile büyük bir kesintiye uğradı.
1980’lerden Günümüze
70’li yılların sonlarına doğru kültürel etkinliklerde artma ve çeşitlenme görülüyordu. Geleneksel halk oyunları dışında kültürü korumaya yönelik Çerkesce koro, tiyatro, dil kursları vb. faaliyetler, derneklerin asli işlevleri haline geldi. Fakat 12 Eylül askeri darbesinden sonra ülkedeki tüm derneklerin faaliyetlerinin durdurulması ve peşi sıra gelen baskı yasaları sonucu, belirtilen etkinlikler durmak zorunda kaldı. Tek örgütlülük düzeyi dernekler olduğu için ancak 1984’de derneklerin açılabilmesiyle, en basit düzeyde kültürel faaliyetler, büyük ölçüde dönüşçü gelenekten gelen kişilerin çabalarıyla, yeniden başlatıldı. Bilhassa “Türkçeden başka dillerin” kullanımına getirilen yasaklar nedeniyle, kültürel faaliyetler uzunca bir süre eski çeşitlilik ve önemine sahip olamadı. Buna karşın 1980’lerin sonlarına doğru dernekleşme faaliyeti büyük bir ivme kazandı. Günümüzde mevcut olan yaklaşık 60 derneğin bir kısmı Kafkas Derneği çatısı altında merkez-şube örgütlenmesine geçti.
1980’lerin sonlarında hem Türkiye’deki devletin, dış etkenlerin de basıncıyla, sınırlı bir serbestliğe müsamaha göstermesi sonucu, hem de Gorbaçov’un başlattığı glasnost ve perestroika uygulamalarıyla, Türkiye ve Kafkasya’daki Çerkeslerin etkileşimleri hiç bir dönemde olmadığı ölçüde arttı. Dönüş düşüncesi pratiğe geçirilme imkanı buldu. Türkiye’den (ve Suriye, Ürdün gibi ülkelerden) pek çok kişi Kafkasya’nın muhtelif bölgelerinde döndü. Kafkasya’daki yönetimlerin ve toplumsal örgütlerin “anayurdunuza gelin” çağrılarının da etkisiyle dönüş düşüncesi adeta genel kabul görmeye başladı. Bu arada muhaceretteki ve Kafkasya’daki oluşumların faaliyetlerinin koordine edilebilmesi amacıyla bir üst örgütlenmeye gidilerek Dünya Çerkes Birliği adında bir yapı oluşturuldu.
Türkiye’deki Çerkesler, yaklaşık 70 yıldır hemen hiç ilişki kuramadıkları Kafkasya ile son 5-6 yıldır gittikçe artan temaslar kurmaya başladılar. 1992’de Abhazya’nın kısmi işgali ve 1994 sonunda başlayan Çeçenistan’ı ilhak girişimi, muhaceret ile Kafkasya arasındaki duygusal bağları daha da pekiştirdi. Bu ilişkiler henüz başlamış olmasına karşın Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin gelecek dönemdeki tavır ve tutumlarının büyük ölçüde Kafkasya’daki gelişmeler ve Kafkasya ile ilişkiler tarafından belirleneceğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda Rusya Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin politikaları ile uluslararası kuruluşların (AT, insan hakları örgütleri, vb) bu sürecin dış etkenleri olarak hesaba katılmaları gerektiği açıktır.
Kaynakça
- Catford, J.C. (1977), “Mountain of Tongues: The Languages of the Caucasus”, Annual Review of Anthropology, c.6, s.283-314. [Türkçesi için bkz. Kafkas Kültür Derneği (Bağlarbaşı), 1990.]
- Geiger, B., Halasi-Kun, T., Kuipers, A.H. ve Menges, K.H. (1959), Peoples and Languages of the Caucasus, Gravenhage: Mouton & Co.Printers. [Türkçesi için bkz. Kafkas Kültür Derneği (Bağlarbaşı), 1990.]
- Hewitt, B.G. (der.), (1989), The Indigenous Languages of the Caucasus, Cilt 2, New York: Caravan Books.
- Kafkas Kültür Derneği (Bağlarbaşı), (1990), Kafkas Dilleri, İstanbul: Sürgündeki Kafkasya Kültür Eğitim Dizisi 2.
- Karpat, K.H. (1993), “Çerkeslerin Sürgünü ve Suriye’deki İskanı”, Çerkeslerin Sürgünü içinde, Ankara: Kafdağı Yayınları 3, s.63-85.
- Özbek, B. (1991), Çerkes Tarihi Kronolojisi, Ankara.
- Pinson, M. (1993), “Kırım Savaşından Sonra Osmanlılar Tarafından Çerkeslerin Rumeli’ne İskanı”, Çerkeslerin Sürgünü içinde, Ankara: Kafdağı Yayınları 3, s.42-62.
- Şoenu, Mehmet Fetgerey (1923/1979), Çerkes Sorunu Hakkında Türk Kamuoyu ve TBMM’ne Sunu, Ankara: Nartların Sesi Yayınları.
- Tutum, C. (1993), “1864 Göçü ile ilgili Bazı Belgeler”, Çerkeslerin Sürgünü içinde, Ankara: Kafdağı Yayınları 3, s.3-41.
- Ünal, M. (1994), Miralay Bekir Sami Günsav’ın Kurtuluş Savaşı Anıları, Ankara: Cem Yayınevi.
- von zur Mühlen, P. (1984), Gamalıhaç ile Kızılyıldız Arasında: İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet Doğu Halkları’nın Milliyetçiliği, Ankara: Mavi Yayınları.
Kaynak: Birikim dergisi, Mart/Nisan 1995, sayı 71-72, ss. 118-124.
-
Kurtuluş Savaşı’nda aktif rol alan Çerkeslerle ilgili yeni bir çalışma için bkz. Ünal, 1994. ↩︎
-
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 1, Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Yayınları 1, İstanbul 1945, s. 28. Behçet Kemal Çağlar, bu konuşmayı “bugünün diline” farklı bir şekilde aktarmakta beis görmemiştir: “Baylar! Bütün bu sınır, yalnız askeri düşüncelerle çizilmiş bir sınır değildir. Ulusal bir sınırdır bu! Ulusal bir sınır diye saptanmıştır. Bu sınırlar içinde sanılmasın ki, yalnız bir tek cins insân vardır. Bu sınırlar içinde çeşitli yönlerden gelmiş Müslüman topluluklar vardır. İşte bu sınırlar, bu birbirine kaynaşmış olarak yaşayan bütün amaçlarını tam anlamıyla birleştirmiş kardeş toplumların ulusal sınırıdır.” (B.K. Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, Türk Dil Kurumu Yayınları 277, Ankara 1968, s. 39.) ↩︎
-
Hain Çerkes Ethem imajı, bazen basında da açıkça kullanılmıştır. Örneğin 1950’lerde Yusuf Ziya Ortaç’ın Akbaba dergisinde çıkan bir yazısında, Çerkes olduğunu söyleyen bir askerî okul öğrencisinden bahisle, “aramızda hâlâ Çerkes Ethem’lerin” dolaştığı hatırlatılmıştı. Bu yazı, Çerkes aydınları arasında büyük bir tepkiye yol açmıştı. ↩︎
-
Burada, (kültürel düzeydeki) folklorik ögeleri korumaya yönelik kaygıyı ifade eden “ulusalcı” kavramını, ulus adına bir politik hareket anlamında kullandığımız “milliyetçi” kavramına tercih ediyoruz. ↩︎
-
Bu grupların İkinci Dünya Savaşı’ndaki faaliyetleri hakkında Türkçe çıkmış önemli bir kaynak için bkz. Vonzur Mühlen, 1984. ↩︎
-
Nart, mitolojide Çerkeslerin atası olan halkın adıdır. ↩︎