“Ayrıldıkları Heryerde Arkalarında Tarifsiz Özlemler Bıraktılar” ya da “Büyük Sürgünden Dönüş”
1998-10-18

134 yıl önce, 100 yıl süren bir özgürlük savaşının ardından, anayurtlarını terketmek zorunda kaldılar. 1864 Osmanlı-Rus Savaşının ardından gemilere dolduruldular ve modern zamanların en trajik sürgünlerinden birisine uğrayıp, Balkanlardan, Anadolu’ya, bugün Suriye ve Ürdün olarak bilinen topraklara dağıtıldılar. Yanlarına sadece kendileri için hayat ve özgürlük demek olan dağlarının anısını alabildiler. Diğer herşeylerini anayurtlarında bıraktılar. Geride kalanların sayısı yüz, yüzelli bindi, yollara koyulanların sayısı bir buçuk milyon. Gönderildikleri yerlere varabilenler ise, ancak bunun yarısı oldu. Kimi yerlerde ikinci, üçüncü sürgünlere uğradılar. Sınırlar sınırlar üzerine çizilip de geriye dönme umutları tükendikçe, “Kaf dağının Arkası”, “Altın Post’un”, “Nartların Ülkesi” topraklarının anısını masallarına, sürgünlerinin acısını balatlarına döktüler. Yeni topraklarını, azınlık ve sürgün insanlarına özgü bir kabullenilme ve yer(li)leşme duygusuyla sahiplenmeye çalıştılar. Balkanlar’da, Hamidiye Alayları’nda yer alanlar da onlardı, Padişah’tan yana ayaklananlar ya da onları bastırmak üzere gönderilenler de. Kuvvayı Seyyare’de de yer aldılar, Kuvayyı Milliye’de de. Yani tutunmaya çalıştıkları yeni topraklarda cephelerden cepheye kosarken, başkalarının üzerine de sürüldüler, birbirlerine de düşürüldüler. Ancak “bu” tarafta savaşanların Çerkeslikleri unutturuldu da, ‘hain” ilan edilenlerin, “öteki” taraftakilerinki hiç unutturulmadı. Bütün azınlıkların başına gelenler onlarınkine de geldi; ödüllendirilmeleri bireysel, cezalandırılmaları topluca oldu (Çerkes Ethem, “hain” ilan edildikten sonra, Manyas Çervesindeki 16 Çerkes köyünün sakinleri topluca Doğu’ya sürgün edildi).
Hakim milliyetçi ideoloji, onları en fazla “Türkümsü yabancılar” ya da “öz be öz Türk olmadıkları için devlet işlerini emanet etmemek gerekenler” (Tanıl Bora, 1996/“Türk Milliyetçiliği ve Azınlıklar”) arasında saydı, yani “güvenilmeyecekler” olarak kodladı. Çerkeslik kimlikleri giderek özel alana hapsedildi, kamusal alanda hiç ifadelendirilemedi. Tıpkı artık kimseler çalamadığı için dolaplardan birisine kaldırılan yadigar fendirler gibi hüzünlü bir yanlızlığa terkedildi. Kent yaşamının karmaşası içinde bir köşede unutuldu; belki arada o da akrabalarla buluşulan, düğün gibi özel günlerde ortaya çıkarıldı. Ancak evin küçük çocukları düğmelerine basılıp, körükleri açılınca büyülü sesler dökülen küçücük, el yapımı, süslemeli bu alete dokunamadan uyumaya gönderildikleri evlerde, bir gün onun sadece misafir odalarında çalınır olmaktan çıkıp, meydanlarda işitilir hale gelmesini düşleyerek ergenleştiler. Yeterince büyüdüklerine, alabildiğine soğuk başka başka dernek binalarının sağlayamadığı sıcaklığı, çocukluklarındaki kadar gösterişli olmayan, ancak kendilerine yepyeni heyecanlar tattıran akordiyonlar etrafında toplanıp, cegu yaptıkları mekanlarda buldular. Burada Çerkesliklerini yeniden tarif etmeyi ve ifadelendirmeyi öğrendiler. Ancak 1980’ler gelip de, dönemin politik sürgün ve yargılamalarından kendi paylarına düşeni aldıklarında, geceleri gözleri artık başka düşler için kapanmaya başlar oldu. Neyseki anayurtlarında ve diasporadaki Çerkeslerle hiç olmadığı kadar karşılaşacakları günler çok gecikmedi.
…
Yüzyıllar öncesine sadık kalınarak hazırlanmış giysilerini, kamalarını, kalpaklarını kuşanmış, yerlerinde duramayan Kafkas atlarına binmişlerdi. 12 kişiydiler, 12 Çerkes kabilesini temsil ediyorlardı. Yanlarında postmodern zamanların prenslerinden bir Prens vardı. Prens, bir yandan yokuluşa karşı durabilmek için diaspora Çerkeslerinin yalnız olmadıklarını bilmelerinin, birbirleriyle karşılaşmalarının ve anayurtla bağ kurmalarının gerekliliğini hissediyordu. Diğer yandan, sorunlarını anlatabilmelerinin yolunun medyanın ilgisinden geçtiğinin farkındaydı. 12 genç insan ve bir beyaz atlı Prens, okullarına, işlerine bir süre ara verdiler, sevenleriyle vedalaştılar, gençliklerinin deli rüzgarını arkalarına aldılar. Çerkeslerin büyük sürgün yolunu tersinden katetmek üzere atlarının yüzünü anayurtlarına yönelttiler. 100 bin kadar Çerkes’in yaşadığı Ürdün’den yola çıktılar, 30 bin kadar Çerkes’in yaşadığı Suriye’den, diasporadaki en büyük Çerkes nüfusu barındıran Türkiye’ye, sonra da Adığey Cumhuriyeti’nin başkenti Maykop’a doğru yola koyuldular. Yolculuklarının Türkiye bölümü Reyhaniye’de başladı, Güney-Kuzey hattında Çerkeslerin başlıca yerleşim yerleri olan Osmaniye, Mehmetbeyli (Khojhable) köyü, Maraş, Karaboğaz (Aslanhable) köyü, Kayseri, Sivas, Şarkısla, Tokat, Turhal, Erbaa üzerinden Samsun’da tamamlandı. Konakladıkları yerlerde sokaklar, meydanlar bir günlüğüne onların oldu. Düğün konvoyları, Çerkes atlılarıyla onları izleyen ve herbirinden ayrı bir deli ezgi yükselen arabalardan oluşan bu alışılmdık topluluğa yer açmak zorunda kaldılar. Tokat Cumhuriyet Meydanı’nda ilk defa bütün bir gece onların müzikleri çalındı, dansları oynandı. Aynı meydanda ayışığı altında yürekten kopup gelerek söylenen Kaberdeyce bir türkü “Savaşta ölen askerin türküsü” gökyüzüne bütün çağları aşarak gelen yorgun bir çığlık olarak düştü. Konuklarını karşılamak üzere yollara, meydanlara koşan Çerkesler, “Kim bu atlılar?” sorusuyla etraflarını saranlara; “bizimkiler” cevabını verirken, “biz” olmayı yıllardır ilk defa bu kadar büyük bir övünçle ifadelendirmiş oldular. Köylerde yaşlılar, büyük büyük dedelerinin, ninelerinin anlattığı güzellikteki atlarıyla gelip, yaşlarından beklenmeyecek bir akıcılıkla Adıgece konuşan gençleri görünce, gözlerine, kulaklarına inanamadılar, “gerçek” olup olmadıklarını anlamaya çalıştılar. Herbirini bir kenara çekip, anadillerinde aynı soruyu sordular: “Çerkes misiniz?”. Ancak bu sorunun Ürdün diasporasındakiler için, bir Çerkes genci yakışık almaz bir şey yaptığında aklını başına toplasın diye söylenen “ne biçim Çerkessin sen?” iması taşıdığını bilmiyorlardı. Konuklarını hiç istemeden incitmiş oldular. Yayla köylerinde yakılan büyük şenlik ateşi etrafında gün ışıyıncaya kadar devam eden cegu’larda delikanlılar beden dillerini bütün hünerleriyle konuştururken, birbirleriyle “hangimiz daha güzel dansediyor?” yarışına girdiler. Genç kızlar tıpkı masallardaki gibi uzak Kaf Dağı’nın ardındaki uzak ülkelerinden gelen delikanlılardan birisini Çeçen’e başlayıp da, karşılarında durduğunda, aralarında yapraklar gibi dalgalanıp, duygularını ise danslarına döktüler.
12 Çerkes atlısıydılar ve henüz başka başka serüvenlerin peşinde olacak yaşlardaydılar. Büyük sürgünün acısını herbirinin kulağına en az bir kere ağıt ya da masal olarak okunmuştu. Atlarının yüzlerini Kafkasya’ya yönelttiler. Ortak belleklerine kazınmış büyük sürgünün hüznünü, coşkulu bir dönüş şölenine çevirerek, kolektif tarihlerine küçük ama çok önemli bir not düştüler. Ayrıldıkları heryerde arkalarında tarifsiz özlemler bıraktılar.
Kaynak: Radikal İki, 18 Ekim 1998.